Damla Yalçın ile röportaj

Beral Madra

Sanat kariyerinize resim eğitimi ile başladınız, daha sonra tekstil alanında yapıt ürettiniz, şimdi de biyolojik-ekolojik bir alanda üretim yapıyorsunuz. Bu alanlar arasındaki ilişkileri neden ve nasıl kuruyorsunuz? 

Sanat kariyerime resim eğitimiyle adım attım ve zamanla fark ettim ki, sanatsal ifademde vurgulamak istediğim kavramsal çerçeve resimle değil, nakış tekniğiyle belirginleşiyordu. Çalışmalarım çocukluk, bellek ve mekân üzerine şekillenirken kendi içlerinde üretim aşamasında farklılık gösteriyor. Üretim süreçlerimde yaptığım yeni yüzey denemeleri beni tekstil alanına çekti. Tekstil yüksek lisansım sırasında da biyomateryalleri keşfetme fırsatı buldum. 

Biyomateryallerle tanışmam, özellikle SCOBY ve mantarlarla kurduğum ilişkiyi besledi. Kendimi bir yüzey araştırmacısı olarak tanımlayabilirim. Bu süreç, sadece tekstilde değil, aynı zamanda biyolojik-ekolojik alanda da üretim yapma isteğimi doğurdu. Yazdığım tez, sürdürülebilirlik perspektifinden tekstil ve sanat alanında kullanılan biyomateryallerin önemine odaklanıyor. 

Bu deneyimler, üretimlerimi disiplinler arası bir perspektifle zenginleştirdi. Multidisipliner bir sanatçı olarak resim, tekstil ve biyolojik-ekolojik alanlar arasında köprüler kurmamın, yeni ve özgün bir ifade biçimi yaratmamın önemini kavradım. Üretimlerimde doğayla, ekolojiyle kurduğum bu denge, sadece estetik bir tercih değil aynı zamanda bir sorumluluk duygusuyla da şekilleniyor. 

Ürettiğiniz yapıtların üretim süreçlerini açıklar mısınız? 

Projede ilgilendiğim biyomateryal olan SCOBY’nin açılımı Bakteri ve Mayaların Semiyotik Kolonisi anlamına gelen Simbiotic Colony of Bacterias and Yeasts. Adından da anlaşılacağı üzere bakteri ve mayalardan oluşuyor. Şeker ve çayı yeni bir yüzey üretmek için fermente ederek kullandığım bu malzeme, gerekli koşullar sağlandığında 2-3 hafta içerisinde sıvı yüzeyinde istediğim kalınlığa gelerek büyüme süreçlerini tamamlıyor. Bulunduğu ortamın sıcaklık ve nem dengesi önemli. Ben de bu malzemenin sınırlarını zorlayarak farklı üretim şekillerini araştırıp deniyorum. 

Projenin çıkış noktasında üretim pratiğimde önemli yer tutan mekân ile kurduğum ilişki var. Mekânın boş bir kap olarak algılanamayacağını düşünüyorum. Mekânın öznesi olan birey varsa, mekânı algılayabiliyor ve hissedebiliyorsa o zaman mekândan söz edebiliriz. Burada mekânın duyumsanması, özünde dolaysız bir beden duygusunda kendini ortaya koyuyor ve sadece görsel olarak algılanmasından çok, tüm duyularla hissedilmesi anlamına geliyor. Bu durumda insanın duyularıyla mekânı algılaması ve mekâna yayılması ile organizmanın (SCOBY) bulunduğu mekâna yayılması fiziksel anlamda yakınlık gösteriyor. Bu doğrultuda yaşam alanlarımın krokilerinden yapmış olduğum kaplar içerisinde büyüttüğüm SCOBY’ler yeni bir projenin başlangıcı oldu.  

Bu organizma bulunduğu kabın şeklini alarak üremenin yanında, aynı zamanda kullanılan çayın rengini de alıyor. Her seferinde farklı bitki çayları kullanarak yeni bir fermentasyon süreci oluşturuyorum. SCOBY, istediğim kalınlığa ulaştığında ise kurumaya bırakıyorum. Kuruduktan sonra deri benzeri bir yapıya dönüşen materyalin yüzeyine doku ve boyut kazandırmak için nakış da uygulayabiliyorum.  

Farklı üretim ve ifade ihtiyaçlarıma esneklik gösteren özelliklerinin olması, bu malzemenin gelecekte birçok alanda kullanılma potansiyelini yansıtıyor. Biyomalzemelerin sanat alanındaki deneysel kullanımlarının yavaş da olsa farkındalık yaratarak gelecek kullanımlar için yaratıcı fikirler önerdiğini ve alanın güncel kalmasına katkıda bulunduğunu düşünüyorum.   

Gate 27, daha önce başladığınız bu biyosanat çalışması için size nasıl bir olanak sundu? 

İlk olarak üretim alanı sağlayıp, daha büyük ölçeklerde ve miktarda SCOBY üretmeme vesile oldu. Hayatımın bu döneminde uzun zamandır üzerine çalıştığım projeye odaklanma fırsatı yakaladım. Yaptığım araştırmalarla yeni reçeteler çıkartmış oldum. Aynı zamanda teknik anlamda projeyi desteklemesi adına gitmiş olduğum Sabancı Üniversitesi’nde disiplinler arası bir şekilde çalışma fırsatı yakaladım ve bu çalışma biçiminin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anladım.  Sabancı Üniversitesi Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesi öğretim üyesi Nur Mustafaoğlu ve öğrencilerine SCOBY malzemesini nasıl bu alana taşıyabileceğimizi ya da içerisinde yer alan bakteri ve mayalara nasıl müdahale edebileceğimizi sordum ve çeşitli deneysel çalışmalar yaptık. Kısa sürede birçok deneme yaptık. Birçoğu başarısız da olsa bana yeni kapılar açtı ve projenin ilerleyen süreçlerine ışık tuttu. Bu süreçte laboratuvar ortamında gerçekleştirdiğim çalışmalar ve öğrendiğim yeni teknikler bundan sonraki çalışmalarımda kendini hissettirecek. 

Bir yandan da sanat alanında yer alan birçok kişiyle görüşme, tanışma fırsatı yakaladım. Sponsor olan ORTA firmasını tanıma ve üretim alanlarını ziyaret etme şansım oldu. Türkiye’de üretim yapan bu firmanın diğer tekstil firmalarına göre işleyiş ve sürdürülebilirlik politikaları beni etkiledi. Konuk sürecim için ayırdıkları üretim bütçesi sayesinde benim de daha önce üretmediğim büyüklükte bir iş yapmamı sağladılar.  

Gate 27 için gerçekleştirdiğiniz bu çok teknikli yerleştirmenin özellikleri nedir?  

Bir etkileşim ve deneyim yeri olarak mekân ve insanın arasındaki ilişkiyi anlamamızı sağlıyor. Bu doğrultuda mekân içerisinde mekân kurguladığım bu çalışma Gate 27’nin benim gözümdeki krokisi üzerinden şekillendi. Oluşturduğum konstrüksiyonun parçaları binanın öğelerinden de izler taşıyor. Halihazırda insanın mekân ile kurduğu ilişkiyi organizmaların kurduğu ilişki üzerinden sorguluyorum. Dolayısıyla süreç içerisinde yaşadığım alanın krokisi üzerinden ilerlemenin daha doğru olacağını hissettim. Yerleştirmenin duvarlarını oluşturan kumaş bölümü SCOBY ile kolaj yaparak bir araya getirdim. Böylelikle farklı iki malzemenin bir aradalığını ve geçirgenliğini göstermeye çalıştım. ORTA’nın üretiminden arta kalan kumaşları kullandım. Bir başka duvarda ise kare biçimde ürettiğim SCOBY mantarlarından renk kartelası oluşturdum. Renkleri elde etmek için fermantasyon sıvısında farklı bitki çayları kullandım. Tüm süreçte tamamen organik malzemeleri kullanmaya özen gösterdim. Son olarak yerleştirme içerisinde yer alan masaya kullandığım malzemenin saydamlığını vurgulamak için bir aydınlatma öğesi yerleştirdim. Üretimde kullandığım çayları petri kapları içerisine yerleştirdim ve farklı biçimlerde olan kurumuş SCOBY örnekleriyle birlikte masa üzerinde izleyicinin malzemeyi keşfetmesi için konumlandırdım. Tasarımsal ve sanatsal öğeler barındıran bu çalışmamda konaklama sürecimde gerçekleştirdiğim araştırma sürecini yansıtabildiğim bir yerleştirme yapmaya çalıştım.  

Bu çalışmalarınızın geleceğini nasıl görüyorsunuz? Sizin gibi biyosanat üretimi yapan sanatçılarla iletişiminiz var mı; bu alanda nasıl bir altyapı gerekiyor? 

Disiplinler arası çalışmalar ve sektörde daha çok sahiplenilen sürdürülebilirlik uygulamalarının, ayrıca çevre bilincinin artması ve doğanın korunmasına olan gerekliliğin farkındalığıyla birlikte biyoteknoloji, günümüzde birçok sektör için ana odak noktası haline geldi. “Yeni Materyal” araştırmaları kapsamında biyolojik temelli malzemelerin, doğada çözünebilme, etik üretim gibi özellikleriyle güncel sorunlara gelecekçi çözümler sunacağını düşünüyorum. Bu bağlamda günümüzdeki biyo-temelli sanat ve tasarım çalışmaları çevre ve doğayı ele alıp farkındalık yaratarak yeni düşünme biçimlerine yol açıyor.  

Sanat alanında biyomalzeme kullanımının artması sanatçılara organik ve yaşayan formlar yaratma fırsatı sunuyor. Dolayısıyla geleceğe odaklanan ve sürdürülebilir bir dünyaya gönderme yapan yeni ve deneysel sanat pratiklerini teşvik ediyor.  

Türkiye’de biyosanat üzerine yapılan çok fazla çalışmaya denk gelmedim fakat tanıdığım ve takip ettiğim sanatçılar mevcut. Yapılan çalışmalarla biyomateryallerin sanatın geleceğinde daha fazla yer bulacağını, tasarım ve sanatın deneysel sonuçlarının karşılıklı olarak yenilikçi yaklaşımlarla birbirlerine ilham vereceğini, sanatçıların ve izleyicilerin doğayla daha derin bir ilişki kurmasında ve çevresel sorunlara daha fazla duyarlılık göstermesinde etkili olacağını düşünüyorum. 

Akademilerde verilen eğitimlerin bölümler arası olmasını ya da biyosanat gibi biyomateryallerin araştırıldığı ve bunu sanat, tasarım alanına taşımada yol gösteren bölümlerin açılmasını umuyorum. Disiplinler arası çalışmaların artmasıyla alandaki potansiyellerin, birçok farklı disiplinden sanatçı ve tasarımcı tarafından giderek daha fazla keşfedileceğini düşünüyorum. Dönüşüm süreçleri, endüstri ve tedarik zinciri farklı düzeylerde karmaşıklığa sahip olduğundan, dönüşümün zaman alacağını öngörebiliriz. Dolayısıyla, biyomateryallerin hem sanat hem de ticaret dünyasında daha fazla benimsenmesi için çeşitli sektörel ve ekonomik faktörlerin göz önünde bulundurulması gerekiyor. Tasarımcılar, sanatçılar, ORTA gibi bazı bilinçli üretici firmalar ve dünya markaları bu yöndeki yaklaşımları daha fazla ele aldığında küresel bir farkındalık oluşacaktır.  

Gelecek nesiller için daha insan odaklı, sürdürülebilir bir yaşam sağlanabilmesi, daha akıllı tasarımlar yapabilme yeteneğimize, kaynakları daha verimli kullanabilmemize, sürdürülebilir üretim süreçleri oluşturma kapasitemize ve güçlü bir tüketici bilinci kazanmamıza dayanıyor. Tüm bunları gerçekleştirebilmek için en kritik faktörün, yapılan yenilikçi çalışmaların ışığıyla düşünce tarzımızı değiştirmek olduğunu düşünüyorum.